Size eğlenceli bir yazı vaat ediyorum.
Yazımın içeriği salı sabahı izlediğim “Pişmanım Ama” filmi…
Filmin kısa özeti şöyle:
İki kız kardeş var. İkisi de evli, çocukluk arkadaşları. Ablanın kocası, kız kardeşi ile kırıştırıyormuş (biz görmüyoruz) ve aynı arabada geçirdikleri trafik kazasında ölünce gerçek ortaya çıkıyor.
Filmi iki farklı kültürden bakıp değerlendireceğim: “Biz olsaydık bu hikâyeyi nasıl filme çekerdik ve onlar nasıl çekmiş?”

Son paragraf da filmi izleyen Hatice Teyze ile entelektüel bir festival yazarı karşılaştırması olsun.
Biz olsaydık nasıl çekerdik?
Mahalleli, ablaya türlü baskılar ile koca bulup; dulluğun nasıl kötü bir şey olduğunu, yakında adının çıkacağını, dini bütün bir sarraf tanıdıklarını, dört çocuğu olduğunu, ama bunun sorun olmayacağını dile getiren diyaloglarla ilerlerdi film.
İki-üç sahne; mezarına tükürme, yaylı çalgılar ile bol arabeskli boğaz manzarası ve ablanın tek başına yürümesi…
Kız kardeşin kocasına gelince… Arkasından kahvede bol bol “Karısına sahip çıkamamış’’ dedikodusu diyalogları. İş yerinde acıma dolu bakışlar. Minik bebeğin “piç” olduğu üzerine fısıltılar vs. vs. vs.
“İnsan düşündüğünü üretemez, yaşadığını üretir” der tarihsel materyalizm…
Biz böyle yaşadığımız için böyle yazıyoruz ve çekiyoruz.

Onlar Nasıl Çekmiş?
Abla ve kardeşinin kocası olayı soğukkanlılıkla karşılar. Abla, kızına teyzesiyle ilgili gerçeği açıklamaz önce; ama sonra bir aile ortamında bunu sakince anlatır. Abla ve kardeşinin kocası aslında çocukluktan bu yana yanlış tercih yaptıkları gerçeği ile yüzleşirler ve sevgili olurlar. Bla bla bla…
Gelelim Hatice Teyzeye…
Filmi izlediğinde şok olur ve mahalleye dönünce “Kız Hacer, bu gavurlarda ne namus kalmış ne haya. On yedi yaşında kız odasına erkek alıyor ve annesi sadece birazcık kızıyor. Bizimki görse önce çocuğu öldürür, sonra nikaha mecbur ederdi alimallah!”
Bir de ne o öyle, kız kardeşinin kocası ile flörtler, öpüşmeler falan! Mahallenin adını çıkardılar kör olasıcalar; ne bereket kaldı ne bişey!
“Aaaa, kimin şeyi kimin şeyinde belli değil ayol, tövbe tövbe…”
Entelektüel yazar ise:

Pişmanım Ama!
Adıyla bile izleyiciyi bir ikircikliğin eşiğine davet eden bir yapım.
Pişmanlık, insan deneyiminin en karmaşık duygularından biridir; hem retrospektif bir sorgulamayı hem de geleceğe yönelik bir umut ya da umutsuzluk arayışını barındırır. Filmin ismi, bu duygunun çelişkili doğasını, yani pişmanlığın hem bir yük hem de bir kurtuluş ihtimali olduğunu ima eder. Ancak, filmin bu güçlü başlangıç noktasını ne ölçüde işlediği, eleştirinin ana eksenini oluşturuyor.
Filmin naratif yapısı, izleyiciyi bireysel bir vicdan muhasebesine çekerken, aynı zamanda evrensel bir insanlık durumuyla yüzleşmeye zorluyor. Karakterlerin iç dünyaları, diyaloglar ve görsel estetik aracılığıyla açığa vurulurken yönetmenin tercih ettiği sinematik dil, melankoli ile ironiyi harmanlama çabasında. Ancak bu çaba, zaman zaman yüzeysellik tuzağına düşüyor. Örneğin, filmin görsel paleti –muhtemelen soğuk tonların hâkim olduğu bir atmosfer– pişmanlığın ağırlığını vurgulamak için kullanılmış; fakat bu estetik seçimler, bazı sahnelerde derinlikten yoksun bir dekoratif unsura dönüşüyor. Sinematografinin, duygusal yoğunluğu desteklemek yerine, yer yer bir Instagram filtresi estetiğine kaydığı izlenimi uyandırıyor.
Karakter gelişimi, filmin hem güçlü hem de zayıf yönlerinden biri. Başkarakterin (veya karakterlerin) içsel çatışmaları, modern insanın anlam arayışındaki çaresizliğini yansıtıyor. Ancak senaryo, bu çatışmaları çözmek yerine, onları bir dizi dramatik tableau içinde sergilemeyi tercih ediyor. Bu, entelektüel bir izleyici için tatmin edici olmaktan çok, bir tür duygusal manipülasyon gibi algılanabilir. Karakterlerin diyalogları, zaman zaman aforizmatik bir tona bürünerek, sahicilikten uzaklaşma riski taşıyor. Örneğin, pişmanlık üzerine yapılan uzun monologlar, filozofik bir derinlik sunmak yerine, seyirciyi bir anlam bombardımanına tutuyor.
Filmin en dikkat çekici yönü, belki de pişmanlık kavramını bir ahlaki sorgulama aracı olarak kullanma cesareti. Ancak, bu sorgulama, post-modern bir belirsizlik içinde kayboluyor. Yönetmen, seyirciyi bir sonuca yönlendirmek yerine, açık uçlu bir anlatıyı tercih etmiş; bu da kimi izleyici için özgürleştirici, kimisi için ise tatminsiz bir deneyim olarak kalıyor. Filmin son sahnesi –ki muhtemelen bir metafor ya da sembolik bir kapanış içeriyor– izleyiciye bir katarsis sunmaktan çok, kendi pişmanlıklarını yeniden düşünmeye itiyor. Bu, sinema sanatının en güçlü yanlarından biri olsa da, Pişmanım Ama’nın bu etkiyi ne kadar bilinçli bir şekilde yarattığı tartışmalı.
Sonuç olarak, Pişmanım Ama, cesur bir tematik girişime rağmen, biçim ve içerik arasında tutarlı bir denge kurmakta zorlanan bir yapım. Pişmanlık gibi evrensel bir duyguyu işlerken, entelektüel bir derinlik sunma iddiasını taşıyor; ancak bu iddia, zaman zaman yüzeysel bir estetizm ve dramatik abartıya yenik düşüyor. Yine de filmin, izleyiciyi kendi içsel muhasebesiyle baş başa bırakma gücü var, bunu tamamen göz ardı edemeyiz…
Uzun mu oldu?
Ama ne kadar anlamazsanız o kadar değeri artar yazarın… Siz yine de bana teşekkür edin, kısa kestim. Yarım gazete sayfası yazanı da gördü bu gözler.
Hiçbir şey anlatmadan üstelik…
Alın mısırınızı (filmde bol bol pepsi reklamı yapılıyor zaten) oturun koltuğa ve Hatçe ile Hacer Teyze’yi düşünerek keyif alın hayattan…
Sevgiyle – Dostlukla

