Altın Portakal Film Festivali, tüm coşkusuyla, izleyicilerin yoğun katılımını sağlayan merak ve umuduyla. o “düş”ü yakalamak ve “ortak duygu”yu yaşamak heyecanıyla sürüyor. 

Bundan 50 yıl (yalan olmasın tam 48 yıl) önce, Kanada’dan bir sinemacı gelmişti: Erdoğan Baran. Bilmem kaç yıl hiç dönmeden -Türkçeyi unutacak denli hem de- film çekmiş ve yönetmiş. Bir derste, “Salon tıklım tıklımken başlayacak film, bir süre sonra teker teker çıkacak insanlar salondan. İşte o film iyi bir filmdir” demişti. Kuşkusuz nedenini, niyesini de anlatarak… 

Bir film için “iyi”nin, “başarı”nın kıstası, sadece bu olamaz, kesinlikle… Ama dün izlediğimiz filmde bu yaşandı. Jüriye ayrılan koltuklarda başkaları da oturmuş muydu, bilemem. Birileri bir süre sonra gösterimi yarıda bırakıp çıktı. Geri dönen olmuş mudur, kocaman bir soru işareti… Sinema yazarları, belgeselciler, şairler, yönetmenler, avukatlar, kimler kimler…. 

Upuzun (131 dakika) bir filmdi izlediğimiz; ben diyeyim 40, siz deyin 30 planla tamamlanan. Upuzun planlar, sabit kamera, güzel bir kış manzarası (görüntüler tam bir kartpostal gibiydi ve birçok izleyici fotoğrafladı), çok uzaktan geçen iki karaltı. O upuzun filmde bir yakın plan yoktu. 

Her filmden önce gösterilen festival tanıtımında geçen “Bir sahnede hayat” sözü gerçekleşti sanki. O karlı dağlar arasında, ormanın içinde, kimi zaman güneşin hüzmeleri düşerken izleyici, kendi “hayatı”na döndü. 

“1900’lü yılların başında işgalden kaçan insanların zorlu yolculuğu”ydu anlatılan, dublaj Türkçesiyle… Zaman ve zemin bildirmese, herhangi bir yer diye düşünsek çok daha ilginç olabilirdi. Gerçi sonlara doğru “İnsanları utanç kurtaracak” dedi dış ses; yine dublaj sesiyle, tanrıya affederek. Belki oradan bir hisse(!?) çıkarmak mümkün olabilir.

Bu üzücü işte!

 Gösterimden çıkmayan jüri (arkalarda olduğum için kim olduklarını bilemem, onlar kendileri dillendirir besbelli), telefonlarıyla oynamaya başladı. Çıkanlar için üzülemeyiz bile…

 İlki, meslektaşlarına saygısızlık. Asıl saygısızlık ise kendileriyle aynı mevkiyi paylaşan ön jüriye… Bir filmi beğenmeyebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz; ancak o telefonu (hem de ışığı açık, ortada tutarak, arkanızda filmi izleyen seyirciye rahatsızlık vererek) açıp da başka bir iş(!)le ilgilenemezsiniz. Bir sinema yazarı, filmi merak ettiğini, sonuna dek izlemek için en arka sıraya oturarak hem telefonunu kullandığını hem de neredeyse on dakikada bir değişen durağan planlara göz attığını söyledi gösterim sonrası… 

Pazartesi günü gösterilen Erkan Yazıcı’nın yönettiği Doğu’dan Fragmanlar filminden bahsediyorum. 

Ben ön jürinin bu filmi seçerken ne düşündüğünü merak ediyorum. Deneysel deseniz değil, öykü de anlatmıyor… Hangi gerekçeyle neye dayanarak kabul edilmiş? Sanki Nuri Bilge Ceylan’ın ilk yıllarına özenilmiş, bu durum başarılı mı bulunmuş acaba? 

Birkaç eve ve değirmene sığındı işgalden kaçanlar… Hiçbirinin içini görmedik. İçerideki konuşmaları dublaj sesiyle dinledik dışarıdan. Unutmadan, “adım sesi” olmaz. Adım, iki ayak arasındaki mesafedir. Ayak sesi duyulabilir ancak. O da kar üstünde ne kadar mümkün, izleyicinin takdirine kalmış.

Bu konu çok konuşulacaktır, aslında film izleme etiği üzerine bir yazı yazmak, hatta tartışma açmak gerekir. Sinemacılar böyle yaparsa izleyici onlardan el alarak her şeyi yapar. Tabii yasaklar ve sansürlerle kaçırdıklarınızı hiç bulamazsınız.

Antalya Film Festivali Günlükleri: Bir düşün kıyısından ortak duyguya…