“Paşaportla geldin mi geri gitmen lazım! Ama kaçak geldin mi orada iş bitiyo. Edirne’ye kapatıyola. Orada senin ifadeni alıyo, resimlerini çekiyolar. Bir gece karanlık bir yere kapatıyola.” Torunu Buğçe, “Neden kapatıyorlar?” diye sorunca Şevket gülüyor: “Ne bileyim, onlar biliyo işte. Ben ne bileyim? Polis onnar. Kapatsa n’olacak? Hijbir şey olmaz!”
1976’da Batı Trakya’daki İskeçe ’den Türkiye’ye kaçan; yüzyıllardır süren Balkan göçlerinin isimsiz öznelerinden biri olan Şevket, sıradan göçmen anılarından birini böyle anlatıyor. Balkanlara ya da Balkanlardan göç, coğrafyanın “kader” olduğunu doğruluyor. Ta 3500 yıl önce Trakların, Balkanların kuzeyinden gelip bugünkü Trakya’ya yerleştiği; Osmanlının da fetihler sonrasında Balkan coğrafyasına Anadolu’dan yüz binlerce insanı yerleştirdiği biliniyor. Gel gör ki, yüzlerce yıl Balkan coğrafyasında yaşayan ve orada kök saldığını sanan Anadolulu Türkler, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’ya tersine bir zorunlu göç yaşıyor. Kurtuluş Savaşı sona ererken imzalanan Lozan Antlaşması’yla Türkiye’de yaşayan 1.400.000 Hıristiyan (Anadolu Rumları olarak resmi tarihe geçmişse de aralarında on binlerce Türkçe konuşan Karamanlı da var) Yunanistan’a; Yunanistan’da yaşayan 500.000 Müslüman da (büyük ölçüde Türkler) Türkiye’ye göç etmek zorunda kalıyor. Tarihe “Büyük Mübadele” olarak geçiyor bu zorunlu göç. Yüzyılın son çeyreğinde, Türk ordusunun Kıbrıs’a çıkartma yapmasının ardından da Yunanistan’dan Türkiye’ye doğru düzensiz bir göç yaşanıyor. Kıbrıs Harekâtı’ndan yaklaşık on beş yıl sonra, Yunanistan’dan gelen bu göçmenlerin tutunma mücadelesi henüz tamamlanmadan, bu kez de Bulgaristan’ın asimilasyon politikalarına maruz kalan Müslüman Türkler dayanıyor Türkiye’nin kapısına. Dönemin Başbakanı Turgut Özal kapıları ardına kadar açıyor; 350.000 kişinin kapıdan geçtiği bu olay, “Büyük Göç” ya da “Büyük Gezi” olarak tarih sayfalarına düşüyor.

“Bizim köyümüz yok mu?”
Yönetmenliğini Ragıp Taranç ve Gülten Taranç’ın, görüntü yönetmenliğini Ozan Yılmaz’ın, müziğini Berrak Taranç’ın yaptığı Dedemin Evi belgeseli; Kıbrıs Harekâtı sonrasında Yunanistan’dan, 1983-1989 döneminde asimilasyon politikalarını sertleştirmesi sonrasında Bulgaristan’dan gelen iki ailenin yollarının kesişmesinin öyküsü. Filmin ana anlatıcı karakteri, aynı zamanda senaristi olan Buğçe Çalışkan, iki tarafı da göçmen olan bu ailenin içine doğmuş. “Küçükken, tatilde arkadaşlarım hep köylerine giderdi. Ben gidip anneme sorardım: ‘Bizim bir köyümüz yok mu? Biz gitmeyecek miyiz?’ diye. Annem iç geçirirdi: ‘Çok uzakta!”’
Buğçe o çok uzaktaki köyünü ilk kez 2018 yılında, 21 yaşındayken görmüş. Davul, klarnet, trompet, saksafon eşliğinde kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-yaşlı bir arada eğlenen bir Türk grubununun coşkuyla kutladığı bir bayrama katılarak. Yola çıkmadan dedesine Yunanistan’a gideceğini söylediğinde Şevket Dede, “İskeçe’ye git. Kövlere git. Oralara gitmişken Bulgaristan’a da git, ata toprağını gör!” diyor. “Ata toprağı” neresidir acaba? Yüzyıllardır yaşadığın halde tutunamadığın topraklar mı, yoksa geldiğinde de pek kabul görmediğin topraklar mı? Göç ettiğin yer mi, geldiğin yer mi? Yoksa gelsen de tutunamayıp geri döndüğün yer mi? Göçmenliğin en tipik yanı belki de “hiçbir yerli” olmak.
Demokratik görünen ülkelerde de demokrasi bir avuç seçkinin belirlediği sınırlar içinde gerçekleşiyor. “Öteki” ise her durumda “nasibini” alıyor. Soğuk demirci ustası Şevket, Yunanistan’da askerken cephanelik nöbetine gönderildiğini, bu fark edildiğinde onu hemen geri hizmete çektiklerini anlatıyor: “Türk olduğumdan güvenmediler bana. Halbuki zarar vermem be! Adam kendi ülkesine zarar verir mi? Vermez! Vermem yani! İster Yunan olsun, ister Türk olsun! İster ne olursa olsun! Zarar vermem!” Ama yine de orada tutunamayan, “ata toprağı”nın neresi olduğunu anlayamayanlardan… Eğlencesine avcılık da yaparmış Şevket Usta. Kıbrıs çıkartması sonrası tüm silahlar gibi av tüfekleri de toplanınca Şevket Usta’nın avcılığı gibi Yunanistan’daki hayatı da noktalanmış. 1976’da İzmir’e gelmiş. Burada mesleğini sürdürmüş: “Ben devletten hiçbir yardım istemedim. Ve almam da zaten. Fazlasınnan vergi ödedim ve yardım istemedim. Benim param var ya! Niye devletten isteyeyim? Bana, “İlle gel buraya” demedi ki adam. Ben kendim geldim.” Buğçe iğneliyor dedesini: “Ama kimlik de alamadın o süreçte.” Şevket dahasını da söylüyor: “Vermediler işte. Tapuları bile biz başkasının üzerine aldık.”
Buğçe, ergenlik zamanlarında babasıyla tartışıp evi terk ettiğinde, yasaların ev ve kimlik kartı sahibi olmasına izin vermediği dedesine sığındığını hatırlatıyor. Dedesi o olayla pek ilgilenmiyor; yaşamı özetliyor: “Hayat böyle!” Bir kapı kapanırken bir başka “ev”in kapısı açılıyor. Sahibi olamasan da.

“Herkesin hanesi ayrı”
Buğçe’nin Yunanistan ve Bulgaristan’a yaptığı yolculukta, Şevket’in çoğu akrabasının da Yunanistan’ı terk ettiğini; bir kısmının “Almancı” olduğunu öğreniyoruz. Görünmeyen bir baskı oluşmuş üzerlerinde. Eğitim alıp uzman olsalar da devlet işlerinde istihdam edilmiyorlar. Tarım politikaları yıldırıcı, Avrupa ülkelerindeki iş ve olanaklar cezbedici. Gençler göçüyor. Ama yine de Almanya ve Avustralya’ya giden birinci kuşak, Yunanistan’daki köyleriyle bağlarını koparmamış. Buğçe, dedesinin köyü Yelkenciler’de onlarla hasret gideriyor.
“Ata toprağı” kendini onlara unutturmamış. “Biz burada doğmasak, büyümesek de kökümüz burada” diyor, ikinci dereceden kuzeni Zerrin Orakçı. Kendisi gibi iki halası ve bir amcası Almanya’da, bir amcası Avustralya’da yaşıyor. “Önemli olan nerede olduğunu bilmek değil, nereden geldiğini bilmek” diyor… Kendisinin de inanmadığı bir teselli bu. Çünkü birinci nesil göçmenler mutlaka görmek, belki bir süre kalmak için topraklarına geliyor; ikinci nesil belki geliyor, üçüncü neslin gelmesi ise neredeyse imkânsız. Zerrin, çocuklarının kendisi gibi Trakya Türkçesiyle konuşamadığından şikayetçi. Köyde akrabalardan sadece Şevket’in ablası Gülsüm Moustafa kalmış. Gülsüm, kabullenmiş durumu: “Herkesin hanesi ayrı” diyor. Herkesin hanesi… Hiçbir yerdeki haneler… “Yunanistan’a gelmek geçmişe bir adım daha yaklaşmak gibi. Ama yine de tam olarak varamamak. Bu sokaklarda yürürken kendimi arıyorum” diyor Buğçe. Geçmiş yaklaştıkça uzaklaşıyor; belleklerdeki bilgilerle boşlukları doldurmak o kadar kolay değil. Egemenin baskısı kadar unutmalar ve kırgınlıklar da bu boşluğu büyütüyor.
Balkan coğrafyası ateşten gömlek. Tarih boyunca kurulan, parçalanan devletler; bir arada olan ama birbirine uzak duran topluluklar, parçalanmış aileler… Buğçe Bulgaristan göçmeni Ali dedesini erken yaşta, henüz 57’sindeyken kaybetmiş. Ali Dede, dünürü Şevket Dede’ye verdiği “Birlikte Balkanları gezelim” sözünü tutamamadan… Onun yerine Buğçe gidiyor dağ köyü Madan’a ve çocukluğunda dedesiyle dağlarda neden çok gezdiğini Bulgaristan’daki bu köyü gördüğünde anlıyor.
Buğçe’nin baba tarafının Bulgaristan’da çok baskı gördüğünü; köylerinin kuşatıldığını, mallarının müsadere edildiğini, silahla tarandıklarını, kayıplar verdiklerini, işkence gördüklerini, Türkçe isimlerinin değiştirildiğini, zorla fotoğraflarının çekilerek adlarına pasaport çıkartıldığını ve Türkiye’ye gönderildiklerini öğreniyoruz. Rızaları dışında ata toprağının dışına sürüklendiklerini… 1989 göçüyle Türkiye’ye gelen Buğçe’nin babasının 17 yıl sonra, yaşadığı tüm korkunç çocukluğa rağmen tekrar Bulgaristan-Asan’a döndüğünü… Diyor ki; “Hem çocukluğuma döndüm hem atamın doğduğu yere, köyümüzü devam ettirmeye.”
2018 yılında Buğçe, babasının isteği –belki de zoruyla– Bulgaristan vatandaşlığı almış. Ancak o, babası gibi değil; kendisini Bulgaristan’a ait hissetmiyor… Babası Türkiye’de geçirdiği yılları hatırlayamadığını söylüyor; ama Bulgaristan’da çocukken yediği dayağı, ilk sigarayı nerede içtiğini bile hatırlıyor. “Ata toprağı” diyor… “Ata toprağı” hatırlatıyor, geçmişi…

Belgesel Filmlerin Evi: Festivaller
Dedemin Evi dünya prömiyerini Rusya’nın Sivastopol kentinde düzenlenen 31. Zoloty Vityaz Uluslararası Film Festivali’nde yaptı. Bosna-Hersek’te düzenlenen 13. Trebinje Uluslararası Film Festivali, Rusya-Kazan’daki 21. Altın Minber Film Fesitvali ve Adana Altın Koza Film Festivali’ne katıldı. Yunanistan-Korith’te düzenlenecek olan Bridges Uluslararası Film Festivali, 16. Uluslararası TRT Belgesel Ödülleri ve 36. Ankara Uluslararası Film Festivali de filmin yer alacağı sıradaki festivaller.
Buğçe, “Göç yolları sadece yer değiştirmekten ibaret değil. Kimliğini, anılarını ve aitlik duygularını da yanında taşıyorsun” derken; filmin yapımcılarından, göçmen Sema Pektaş var olan durumu kabullenmiş görünüyor: “Oradan kopamıyoruz, çünkü ata toprağı başka bir şey. Burada, İzmir’de de kök salabiliyoruz. Ama göç edilen ülke fakirleşiyor, göçle gelinen ülke zenginleşiyor…”
Hiçbir yere ait olamayan göçmenlerin “evi” olduğu için, iyi ki belgesel sinema var.
Hakan Aytekin
belgeselci@gmail.com
