“11’e 10 Kala” ile başlayan sinema kariyerinde “Gözetleme Kulesi”, “İşe Yarar Bir Şey” gibi önemli filmlere imza atmış olan senarist ve yönetmen Pelin Esmer’in 17 Ekim Cuma günü vizyona girecek olan son filmi “O da Bir Şey Mi?”, İstanbul’da yaşayan ünlü yönetmen Levent ile festival için gittiği Köse’deki bir otel barında çalışan Aliye arasındaki telepatik ve son derece minimal ilişkiyi anlatıyor.

Filmde Levent ile Aliye’nin yanı sıra Levent’in annesi Nigâr ile Aliye’nin annesi Emine de önemli yer tutuyor. Pelin Esmer, her filminde olduğu gibi bu filminde de senaristliği kendisi üstlenmiş. Mekân, karakter uyumu, az ve öz kamera hareketleri, sade ama derin diyaloglarla sinemasının alametifarikalarını yeniden başarıyla kurmayı başarıyor.

Özellikle “İşe Yarar Bir Şey” filminde âdeta başrolde olduğunu söyleyebileceğimiz trenin yerini, bu filmde Efes Otel alıyor. Aynı nostalji, pişmanlık, dostluk, aşk, benlik arayışı ve tamamlanamamışlık temaları bu kez de otelde birleşiyor. Geçmişin ünlü assolistlerinden Gülistan, genel olarak kendi ışıltılı geçmişini yâd ederken, Avukat Ahmet Sönmez –ileride öğreneceğimiz üzere Aliye’nin babasının davasıyla ilgili- oradan oraya koşuşturuyor. Öte yandan bir diğer avukat, Aynur ise kendi içindeki sıkışmışlıkları, birkaç kez göz göze gelmekten kendini alamadığı yönetmen Levent ile çözmenin yollarını arıyor.

Pelin Esmer, filminde yukarıda bahsettiğimiz temaların hiçbirini istismar etmeden, bir duygu yoğunluğu inşa etme çabasına girmeden, son derece minimal bir sinema diliyle, ince müzikler eşliğinde; otelin yer yer kasvetli, yer yer ışıltılı odalarında ve karanlık koridorlarında bizi bir yolculuğa çıkarıyor. İstanbul’a dönen kadrajlarda ise Levent’in bir türlü rayına oturtamadığı özel hayatına ve annesiyle olan trajikomik diyebileceğimiz ilişkisine şahit oluyoruz. Başarılı bir yönetmen olmasına rağmen annesi tarafından özel hayatı konusunda birey olamamakla suçlanan Levent, soluğu Aliye’nin kendisine gönderdiği ses kayıtlarında alıyor.

Aliye ise muhafazakâr diyebileceğimiz bir evde, kendi sıkışmışlığı içinde debelenip dururken, babasının hapiste olması nedeniyle oldukça zor bir hayat sürüyor. Genç yaşına rağmen hem annesine hem de kız kardeşine destek olmak için Efes Otel’de çalışıyor oluşu, ailesi için bir tür utanç kaynağıyken kendisi için ise içten içe bir kaçış yolu. Otelde birbirinden farklı insanlar, farklı hayatlar iç içe geçerken Aliye, çalıştığı barın kırmızı perdesinin arkasından siparişleri uzatıyor. Bu sahnelerde sadece elini görüyor oluşumuz, fiziki olarak kendisini göremeyişimiz çok yerinde bir tercih olarak karşımızda duruyor. Bu sayede Pelin Esmer, başta Levent’in sonra da biz seyircilerin o perdenin arkasındaki gizeme dair merakını diri tutmayı başarıyor.

Aliye’nin bardaki çalışma hayatı oda temizlikleriyle de katlanıp devam ederken, annesiyle veya kardeşiyle her kavga edişinde özellikle Gülistan Hanım’ın odasına sığınması, onun kaçışını temsil ediyor. Bunun yanında, muhtemelen hiç bilmediği Türkiye’nin geçmişine dair duyduğu özlemi de simgeliyor. Gülistan’ın şen şakrak, dobra ve yaşanmışlıklarının vermiş olduğu tecrübe dolu davranışları Aliye’de bir nevi korunaklılık ve güven duygusunun oluşmasını sağlarken Gülistan’da da çok belli etmese de bir gönül yoldaşlığının kapılarını açıyor.

Bükreş doğumlu Roman görüntü yönetmeni Barbu Balasoiu’nun “Sieranevada”dan hatırlayacağımız etkileyici kadrajları ve doğru yerlerdeki kesmeleri, filmin oldukça kalabalık karakter yapısını sindirilebilir kılıyor. “Sieranevada”nın neredeyse tamamının bir apartman dairesinde, evin odalarında geçmesi, bu filmdeki otel atmosferiyle benzer bir deneyim alanı yaratıyor. Bu durum Barbu’ya kendinden emin bir görüntü yönetimi için iyi bir şans vermişe benziyor. Özellikle odalardaki loş ışık tercihleri, Aliye’nin karakterinin dışavurumunda bize çok fazla şey anlatıyor. Bar ve mutfak dışında oda temizliği yaptığı sahnelerde dikkat çeken loş ve doğal ışık, onun hayatının renksizliğini, monotonluğunu sembolize eden önemli bir silah olarak önümüzde duruyor.

 Öte yandan Levent’in gelgitleri, çekmekte olduğu kısa filmle ilgili çalışmalarındaki isteksizliği ama bir süre sonra o filmde oynatmak için seçtiği küçük Caner’le kurduğu ilişki de filmin önemli noktalarından birisini oluşturuyor. Caner de tıpkı Aliye gibi çok küçük yaşta ekmek parası derdine düşmek zorunda kalmış. Babasının olmayışı -veya en azından bizim bilmeyişimiz- filmdeki baba vurgusunu tekrardan ön plana çıkıyor. Aliye’nin, babasını tamamen reddedecek kadar sevmemesi, Caner’in babasını bilmememiz ve Levent’in babasından neredeyse hiç bahsedilmemesi; Pelin Esmer’in diğer filmlerinde daha çok gördüğümüz kadın karakter hikâyelerinden biraz saparak bu filmde iki cinsiyete de eşit yoğunlaştığını bize gösteriyor.

Finale doğru, Avukat Ahmet’in davasının ayrıntılarını ve neden sekerek yürüdüğünü, bunun üzerinden de Aliye’nin babasının geçmişini öğrendiğimizde, film karakterlerini tek tek yeniden anlamlandırıyoruz. Aliye, artık geleceğiyle ilgili olarak kendinden daha emin bir tavır sergiliyor. Levent’in kısa filminin gösterimine gittiğinde hem Levent’in oyunculuk teklifini karşısına dahi çıkmadan reddediyor hem de geleceğe dair filmin masalsı, minimal anlatımına uygun şekilde yürüyüşüne başlıyor. Bu olay üzerinden, Aliye’nin artık kendi hayatını yöneten bir yönetmene dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Ne annesinin dayatmaları, ne hapishane ziyaretinde babasının önerdiği maddi destek ne de Levent’in oyunculuk teklifi… Aliye, hayatının iplerini eline alarak finali de kendisi yazma umuduyla yolculuğuna başlıyor. 

Ezcümle, Pelin Esmer’in “O da Bir Şey Mi?” filmi, adı gibi “o da bir şey mi?” dedirtecek kadar görmediğimiz veya görmek istemediğimiz, soyut gibi görünen ancak son derece somut, küçük gibi görünen ancak içinde ağır dertler barındıran, sıradan insan hayatlarının derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. Yönetmenin tercih ettiği sade sinema dili, iç içe geçmiş karakterlerin hayatlarının sınırlarının oda kapılarında son bulmasıyla birleşince, film riskli hikâyesine rağmen yerinde senaryo matematiği ve Esmer’in yönetmenlikteki ustalığı sayesinde dengeli bir bütünlük oluşturuyor. Dolup taşan, sınırı olmayan tek hayat ise Aliye’nin hayatı; o da gençliğin küt küt atan kalbinin beyazperdedeki anlamlı ve güçlü bir yansıması oluyor.

O DA BİR ŞEY Mİ?: AÇILIP KAPANAN HER PERDE YENİ BİR HAYAT