Marjinal ve Marjinallik Hakkında Birkaç Kenar Atışı

1.

İşe herkesin bildiklerini tekrar ederek başlamakta yarar var: Marjinal sözcüğünün, Latince kenar anlamında kullanılan Margin’den türetildiği; dolayısıyla kenara ait olanı, kenarda kalanı tanımladığı herkesçe malumdur… Bu arada, genel kabul görmüş düzenin dışında kalan kişilere de marjinal dendiği tabii ki bilinir. Marjinal sanatçılar ise ana akımın dışında ve karşısında yer alan, egemen eğilimlerden -belirlenmiş görüş ve düşüncelerden sapan- yaratıcı ya da yaratıcı olmaya çalışan kişilerdir.  Ancak marjinal olduğu onaylanan kimi eğilimlerin ve kişilerin, zaman ve mekân bağlamında değişime uğrayabilecekleri, kenardan uzaklaşıp merkeze yönelecekleri, bir anlamda meşrulaşacakları da unutulmamalıdır… 

2.

Marjinal sözcüğünün, daha doğrusu marjinalliğin olur olmaz anlamlar yüklenerek sanat-kültür ortamımızda yaygın olarak kullanılmaya başlamasını tarihlendirecek olursak, aynı zamanda onlarca dönüşüm, değişim tabii ki kırımın, kıyımın da miladı olan 12 Eylül 1980’in altını kalınca çizmek gerekir. Çünkü bu dönemde siyasal bireyciliğe, serbest piyasa ekonomisine geçilmiş ve şark kurnazlığı yapılarak birey olmak ya da bireysellik, topluma dayatılmaya başlanmıştı.  Kısacası biz’in unutulması istenmekteydi, zira artık bireysel çıkar – menfaat; yani ben önem kazanmıştı. Asal konumuza yani sanata dönecek olursak darbenin karanlık baskısı altında, şiirde bireysellik öne çıkmış; küçük İskender, 80’li yılların ortalarında marjinal denilebilecek şiir atakların öncüsü olmuştur. O da “ben bir başkasıdır” diyen Rimbaud gibi, bizatihi kendi ben’inden, ben’inin arzularından, doyumsuzluklarından söz ediyordu. Bu, bir tür kaçıştı, kaçak olma haliydi… 1980 sonrası yazılan kimi romanların, döneme özgü önemli özellikleri ise; öz- eleştiri ya da vicdan muhasebesi denilebilecek iç hesaplaşma çabalarıyla pek de aydınlık olmayan bireyselliğe yönelmiş olmalarıydı.  Bu eğilimi koz paylaşımı olarak tanımlamak olası… Ve artık üretilen değil, üreten; yani roman yazarı önemliydi. 80’lerde -askeri yönetim iş başındayken- çekilen sinema filmlerinde de aynı tutum izlenecek, aydın ya da yarı aydın kahramanlar, kendilerini sorgulayarak birinci tekil şahıs acılar çekeceklerdir. Dönemin bir başka özelliği, film afişlerinin görsel düzenindeki değişiklikti: Ben, ilk kez Dul Bir Kadın filminde rastlamıştım bu değişikliğe; yani şöyle bir ibareyle, Bu bir Atıf Yılmaz Filmidir. Bu notu, şiir kadar roman ve sinemaya da uygun düşeceğinden Baki Ayhan T’den bir alıntı yaparak sürdürüyorum: “1980 sonrası dönemde şair daha çok ‘bireysel’ bir figürdür. Yaşamın her alanında alıp başını giden ve günümüzde tavan yapan ‘bireysellik’ şair figürünün halelerini de belirlemiştir.”(1) 

Dönemin bir başka özelliği ise liberalizmin ünlü mottosu olan laissez faire, laissez passer’i- bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’i ima eden cümlelerin devlet büyükleri tarafından yaygınlaştırılmasıdır  ki, benim memurum işini bilir, bir kereden bir şey olmaz cümleleri zaman içinde dönüşmekle kalmamış, evrilerek sürdürülebilir söz kalıplarına öncülük etmişlerdir.  Bilindiği gibi, laissez faire, laissez passer serbest piyasa ekonomisinin en güçlü savunucusu Adam Smith’in de onayladığı veciz bir sözdür; Smith’ten yarım yüzyıl sonra yine bir Birleşik Krallık iktisatçısı Malthus, bu vecizeye karanlık nüfus kuramıyla el atmış; fakir halk sınıflarına yapılacak yardımlara karşı çıkarak ilavede bulunmuştur: Bırakınız ölsünler! Bunları şunun için söyledim. Ülkemizde marjinalliğin öncüsü -ya da bu hal’i kendisi ilan eden- Ece Ayhan, konuyu bir diğer adalı iktisatçı olan David Ricardo’ya giderek kurcalamış ve şu sonuca ulaşmıştır: Piyasayı marjdaki ürünler, yani sınırdaki, en uzak noktadaki, kenardaki ürünler tayin eder, çünkü üretim ve ulaşım maliyetleri diğerlerine göre çok daha yüksektir… ve tabii ki, büyük emeklerle yeryüzüne çıkarılan, ulaşılması büyük ödemeler gerektiren elmas,  doğanın sunduğu su’dan çok daha değerlidir, fakat susuzluk çekilen çölde cepteki elmasın hiçbir önemi yoktur. Buna, Kıymet Paradoksu denir. Ceteris Paribus, yani diğer her şey sabit olduğunda bir malın fiyatı yükselirse o mala talep azalır: Azalan Marjinal Fayda Kanunu…

3. 

Az önce de söylediğim gibi Marjinalliği -marjinal sözcüğünü- başkalarıyla tartışmaya gerek duymadan öne süren, bir söyleşi yapan, değiniler kaleme alan, Türkiye’de marjinal olunmaz deyip birilerini marjinal ilan eden kişi Ece Ayhan’dı… ve ona göre, serseriler, uyuşturucu kullananlar, berduşların yanı sıra örneğin yazar-çevirmen Hayalet Oğuz, Ressam Aktedron Fikret en uçta olan marjinal kişiliklerdi. Ama ben zavallı berduşları- clochardları, derbederleri, serserileri paranteze alarak şöyle düşünüyorum: Hayalet Oğuz ve Aktedron Fikret’i tanımlamak için marjinal sözcüğü bence yetersiz kalacaktır; çünkü onlar, kendi renklerini oluşturmak ve tazeleyip yenilemek için durmadan boya karan iki boyalı kuştu. Oğuz Halûk Alplaçin hakkında yazılanları okuduğumda kanatlanmak için çırpınmasının nedenini anlar gibi olup kısa yaşamına üzülüp duygulanmıştım. Ben, Fikret Enisi Andoğdu’nun ise hem alaylı ressam olduğundan hem de yaşam biçimi nedeniyle Art Brut denilen marjinal sanatçılarla ilişkilendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Art Brut’a kısaca değineceğim, ama biraz sonra. Şimdi ise Hayalet Oğuz ve Aktedron Fikret’e kuşkularım olmasına karşın iki ilave yapmak istiyorum: Neyzen Tevfik’i herkes bilir, peki 150’ye yakın kitap yazıp yayımlamış, Gadirbilim adlı insan olma sanatı düşüncesini tanıtmış, Örgünöz ve Anbul fikir sistemlerini geliştirmiş, üç sınıflı köy mektebi mezunu, FİL marka kunduraların patent sahibi olan Abdülkadir Duru’yu ne kadar tanıyoruz?

4.

Ece Ayhan marjinal sözcüğü için Türkçe isim çalışmaları da yapmış: Derkenar’ın ve Benzemezlik’in, Uçtakılı’nın ve Uçtalık’ın şansı olmamış, ama Uç Beyi -hiç olmazsa hem kendisi, hem de uygun gördüğü kişiler için- biraz olsun benimsenmiş: Örneğin kimileri için Ece Ayhan İkinci Yeni’nin Uç Beyi’dir… Haydar Ergülen’in, Ece Ayhan’la ilgili bir yazısının başlığı   Karaşın Uçbeyi’dir. Ece Ayhan ise bütün içtenliği ve inancıyla İdris Küçükömer’i, Uçbey’i ilan etmiştir. Fakat üç şairi -Nilgün Marmara’yı, küçük İskender’i ve Turgay Özen’i- marjinal olarak takdim etmesine karşın uç’lara yönelmemiştir. Ben, Marmara’yı da İskender’i de tanımadım, ama şiirlerini bilirim… ve şiirini- taklitçileri ve avamı ile neredeyse bir sahne sanatına dönüştüren küçük İskender’in marjinal takım kaptanı olarak bu dünyaya veda ettiğini iddia edebilirim. Nilgün Marmara ise Ece Ayhan onun için sivil şairin yanı sıra marjinal dediyse o da marjinaldir. Turgay Özen’e gelince: İki ayrı reklam ajansında bir süre birlikte çalıştığımız için onun şahsiyetini biraz daha yakından tanımış, eğilimlerine yakınlaşır gibi olmuş; öfkesine, kibrine, hırçınlığına tanıklık etmiştim. Bugün de vakit buldukça şiirsel dönüşümlerini takip etmeye gayret ederim. Turgay Özen, bir zamanlar Ece Ayhan tarafından marjinal olmaya layık görülse de o, marjinalin kökeni olan margin’e ve özellikle Türkçe kenar sözcüğüne kesinlikle gönül indirmeyecektir: Öte yandan onun için, Ece Ayhan ve Dağlarca iyi şair olmanın ötesinde insanüstü kişilerdir, her ikisi de birer fevkalbeşerdir. Kendi kadar sevdiği Beyaz dergisi ise edebiyat dergisi değil de sanki havas’ın buluştuğu encümen-i şuaradır. Her neyse  konuyu   uzatmıyor bu notu şöyle sonlandırıyorum: Ece Ayhan, 1988 yılında yaptığı söyleşide Turgay Özen ve Marjinalliğe değinirken şunları da söylemiş. “Bir de epey matrak bir şey ekleyeceğim: Turgay Özen söylemişti bunu bana: Kimileri, neredeyse Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde her gün yaya kaldırımlarına araba park eden hödükleri de marjinal sayıyor…” Bence hödük denilen o kişiler, Ece Ayhan’ın serseri marjinalleri ile ilişki kurabilecek magandanlardı ki bu tür  günümüzde de çok etkindir. Turgay Özen’in rafine marjinal anlayışını ise tanık olduğum bir tanışma vesilesiyle az da olsa açıklayabilirim. Şöyle ki, büyük olasılıkla 1986 yılında bir gün çalıştığımız reklam ajansını ziyaret eden arkadaşı hakkında Turgay Özen şu bilgileri vermişti: Konuk, tek bir kelime Almanca bilmese -bile- Almanca kitaplar satın alıyor, biriktiriyor, bu alışkanlığından vazgeçmiyordu, zira böyle yaparak yaşamına anlam kazandırıyordu. Dolayısıyla evdeki kitaplık okumaya yazmaya değil, temaşa etmeye yarıyordu. Turgay Özen’in arkadaşını ilginç, değişik ve sevimli bulmuştum, ama o neredeyse böyle bir iş yaptığı için arkadaşını yüceltiyordu. Hem de çok büyük marjlarla…

5.

Kenar notlarına  ara vermeden önce Aktedron Fikret dolayısıyla sözünü ettiğim Art Brut’a biraz daha değinmek istiyorum. Andre Breton özellikle ve yoğunlukla Jean Dubuffet tarafından  yönlendirilen bu akımla ve sürrealizmle çok daha yakından ilgilenmeme bir kitap neden olmuştu: Bu Andre Breton’un 1992 yılında Ferit Edgü’nün önsözüyle yayımlanan, herhangi yazınsal türle ilişkilendirilemeyecek Nadja adlı metniydi.(2) Breton, 1962 yılında bu kitap yeniden basıldığında bir öndeyiş yazmış ve Najda’yı anti edebi diye tanımlamıştır: Yazarına göre görsel yoğunluğu ve nöropsikiyatrik dili nedeniyle Najda aykırı bir çalışmadır. Art Brut’un zihinsel bozuklukları olan kişilerle de bağ kurduğu düşünüldüğünde Nadja’nın bu akımın yazılı temsilcisi olduğu söylenebilir mi, bilmiyorum; ama Türkçeye ham sanat diye de çevrilebilecek bu marjinal girişimin temsilcileri alaylı ressamlar, suçlular, hapishanelerde, akıl hastanelerinde ikamet eden kişilerdir. Bu arada şunu belirtmeden geçmeyeyim: Çok iyi bilindiği gibi sürrealist sanatçılar, aykırı gibi görünen şeyleri sürrealizmle birleştirmeye çalışırlardı. Bu cümleyi anlamak için Bunuel’in Salvador Dali’nin katkısıyla kotardığı Endülüs Köpeği’ne on beş dakika ayırmak yeterli olacaktır. Daha meraklılar ise arama motorlarına yönelerek Art Brut filmlerle ilgilenebilirler… ve artık notları uzatmadan şöyle bitiriyorum: Jean Dubuffet, İsviçreli Psikiyatrist Hans Prizhorn’un Akıl Hastalığı Sanatı(3) kitabı ve hekimin akıl hastalarının yapıtlarıyla oluşturduğu koleksiyon ile yakın ilişki kurup -bu tür- aykırı denebilecek çalışmalarla   ilgilenmeye başlamış; böylece psikotik, naif ve ilkel denilebilecek çizimleri derleyip toparlayıp büyük bir Art Brut koleksiyonu oluşturmuştur. 

Bizde ise 60’lı yıllarda Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde öğretmenlik yapan Bedia Tuncer, 1961 yılında hastaların yazıkları şiirleri derleyip İnilti adlı bir kitap yayımlamış, bu kitap 2013 yılında Solucan Fanzin tarafından yeniden düzenlenmiştir. Aşağıdaki dizeler, hastanenin 14-B Servisi’nden Ş. K.’ye aittir:  

Rakıyla unuttum yalnızlığımı

Ben başımı garip garip eğerim

Kaderimi okur okur gizlice

Kuytularda deli gibi gülerim

Yağmur olur ince ince her gece

Yastığıma damla damla düşerim

  1. Sabit Fikir, 12 Eylül 2009
  2. Nadja, Andre Breton, İsmail Yerguz, Mitos Yayınları, 1992
  3. Artistry Of The Mentaly ill, 1922

İBRAHİM YILDIRIM MARJİNALLERİ YAZDI!