Michael Haneke Cache (Saklı) adlı filminde Avrupa Burjuvazisini sıkı bir sinema diliyle eleştirirken, Cezayir’i, Irak’ı işaret edip soruyor: Vicdanına ne oldu Avrupalı?
Modern dünyada kahinlerin yerini sinemacıların aldığına dair bir söz vardır.
Ne kadar doğru ne kadar yanlış bilinmez ama gözü önünde olup biteni görmek için kâhin olmak şart değil; vicdan sahibi olmanız yeterli!
“Eski Dünya” Avrupa’nın “Yeni Dünya” Amerika’nın egemen devleti ABD’yle ittifak halinde olduğu, bu ittifakın zaman zaman uluslararası hukuku hiçe sayıp, “Üçüncü Dünya Ülkelerini” ezip geçtiği bugünlerde Avrupa’nın ve aslında bir yanıyla Dünya’nın vicdanı rolünü yine sinemacılar üstleniyor.
Nefret’in Kehaneti
1995 yılında gösterilen ve Fransız oyuncu, yönetmen Mathieu Kassovitz’in yönettiği La Haine (Nefret) Türkiye’de Protesto adıyla gösterilmişti.
La Haine Paris’in varoşlarında yaşayan üç gencin hikâyesini anlatıyordu; bu gençler Kuzey Afrikalı Said, siyah Hubert ve Musevi Vinz’di. Bu üç gencin bir gününü anlatan film belki de son yirmi yıldır Fransa sinemasında Fransa Devletinin göçmenlere dair politikasını eleştiren en sıkı filmdi.
Demokrasisi, insan hakları ve özgürlükleriyle övünen bir toplumda “öteki”nin nasıl bir varolma mücadelesi yaşadığını anlatan film çok temel bir soru soruyordu: “Avrupa ‘öteki’lere ne kadar yaşama hakkı veriyor?”
Ve bu sorunun yanıtını vermeye çalışan film aslında şunu söylüyordu; “Üçüncü Dünya ülkelerinden Avrupa’ya gelip yerleşen göçmenlere yaşama hakkı vermiyoruz. Ve modern hayatta ‘öteki’ler olarak yer alan bu insanlar bir gün gelecek isyan edecek.”
La Haine’in kehaneti 2005 yılı ekim ayında yani filmin gösterimine çıkmasından on yıl sonra gerçekleşti.
Paris’in Clichy-sous-Bois ve Montfermeil banliyölerinde başlayan göçmenlerin isyanı dalga dalga Fransa’nın ve Avrupa’nın diğer büyük kentlerine yayıldı.
O yıllarda Fransa’nın içişleri bakanı Nicolas Sarkozy verdiği ırkçı demeçlerle olayları körüklüyordu.
Bir yanıyla daha sonra yaşacak ve literatüre “Karikatür Krizi” diye geçecek olayların benzeri yaşanıyor.
Sarkozy provokatör rolü üstlenip, gençleri tahrik ediyordu.
İçinde Türklerin de bulunduğu isyancı gençler somut bir gerçeği dile getiriyordu; “Bizi sömürgeleştirip ailelerimizi zorla çalıştırdılar. İntikam sırası bize geldi.”
Haneke’nin Vicdanı
2005 Mayıs’ında Cannes Film Festivali’nde Michael Haneke’nin Cache (Saklı) adlı filmi festivalden, En İyi Yönetmen, Pipresci Ödülü ve Jüri Özel Ödülü aldı.
Haneke’nin filmi La Haine (Nefret)’deki gibi bir kehanette bulunmuyordu ama Fransız toplumunun bilinçaltındaki bir korkuyu açığa vuruyordu.
Bu korkunun adı; göçmenler’di.
Ve yine aynı noktadan hareket ederek, Fransa Cezayir savaşını ve ABD’nin Irak’ı işgalini eleştiriyordu. Elbette anlayana!
Film Avrupalı politikacılar, yöneticiler tarafından anlaşılmamış ki, 2005 Ekim ayında göçmenler Cache’nin deşifre ettiği Avrupalı bilinçaltına nefretini kustu ve La Haine’nin kehaneti gerçek oldu
Cache’de Hanake, televizyonda edebiyatla ilgili bir program yapan Geogre’un bilinçaltını deşifre eder. Bir gün kahramanımıza evinin izlendiğini gösteren bir video kaset gelir. Bunu, kimin aradığı belirsiz telefonlar izler.
Geogre “mutlu-huzurlu, entelektüel” hayatını alt üst eden bu tacizlerin bir sorumlusu olarak çocukluğunda “husumet” beslediği Cezayir asıllı Majid’i sorumlu tutar.
Ancak Geogre’un elinde Majid’i suçlayacak hiçbir belge ya da başka bir delil yoktur.
Film ilerledikçe, tacize uğrayanın Geogre mu yoksa Majid mi olduğunu sorarız kendimize.
Funny Games Devam Ediyor
Daniel Auteuil ve Juliette Binoche’nin başrollerinde yeraldığı Cache’yle Haneke’nin 1997 yılında çektiği Funny Games (Ölümcül Oyun)’un devamı gibidir.
İki filmde de aile babasının adı George’dur ve iki filmde de video görüntüsü Avrupalıların bilinçaltındaki korkuların cisimleşmiş halidir.
Belki de o video görüntülerini Cache’nin kahramanı George’un bilinçaltı üretmişti.
Funny Games (Ölümcül Oyun)’daki o sürrealist sahneyi düşününce bunun imkânsız olmadığı kanaatine ulaşabiliriz.
Haneke, Funny Games’de Avrupa burjuvasının aile hayatını, kibrini, korkularını eleştirir. Film burjuvazinin korkularını dışa vururken, gerçek hayatta karşılaşacağımız şiddetten tereyağından kıl çekercesine kurtulamayacağımızı şok bir sekansla açığa vurur.
Hollywood yapımlarındaki gibi filmi ya da kaseti geri alıp, filmin sonuna “Happy End” versiyonunu yerleştiremeyeceğimizi söyler.
Cache de ise Haneke, her gün televizyonlarda izlediğimiz şiddet haberlerine ilgisizliğimizin, duyarsızlığımızın doruğa ulaştığı bir dönemde şiddetin bize bulaşma riski karşısında “komşumuzu” nasıl kolayca harcayabileceğimizin hikâyesini kendine has soğuk yer yer yabancılaştıran bir sinema diliyle anlatır.
Haneke sinemasının en önemli özelliği izleyicinin geleneksel sinemadan kaynaklı ezberini bir çırpıda bozmasıdır.
Hiç beklemediğiniz bir anda karakterler hiç beklemediğiniz bir eylem yapar bir anda filmin asıl anlamı açığa çıkar.
Bu yüzden Haneke filmleri hakkında yazarken hikâyesini anlatma konusunda biraz ketum olmak şart.
Haneke’nin filmlerinin gösterdiğinden daha çok göstermek istediğini işaret etmek daha doğru olabilir.
Kibirli Avrupalı
Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin o “soğuk” sinema dilindeki göstergeler, hikâyenin gidip-geldiği noktalar, Cache’nin mülkiyet, miras paylaşımı sorununu ötesinde şeyler anlattığını işaret eder.
Derinden derine Avrupalı kimliğine sahip insanların kibrini izleyiciye hissettirir. Bu öyle bir kibirdir ki, en yakınındakilere, karına ve çocuğuna bile güvenmezsin ve güvensizlik üstüne kurulan bütün ilişkilerde olduğu gibi tetikte beklemek zorundasındır.
Haneke, burjuva aileyi Fransa’dan, sözde tacizciyi Cezayir’den seçerken, vurguyu doğrudan Fransa-Cezayir savaşına oradan da Amerika’nın Irak’ı işgaline yapar.
Soğuk savaşın cephelerinin dağılmasıyla “Gelişmiş Ülkeler” iktisadi ve politik anlamda yıllardır sömürdüğü “Üçüncü Dünya Ülkeleri”ni huzur ve refahlarına tehdit olarak görür.
Yüzyıllardır süren bu politikalar “göreli dünya hukukunun inşasıyla” ortadan kalkmadıysa bile zorlaşmıştır.
Onlar için daha da kötüsü bir zamanlar kölesi, hizmetçisi, fabrikalarda en ağır işlerde çalışan işçi olarak gördükleri insanların sosyal hayatta yer etmesi ve “gerçek Avrupalıların” işlerini elinden almaya başlamasıdır.
Avrupa’daki ırkçılığın temelini de oluşturan bu argümanları çok sık duyuyoruz. Ama bir yanıyla da ırkçılığın en güçlü olduğu ülkelerden biri olan Avusturya’dan bir yönetmenin çıkıp Avrupalıların “Üçüncü Dünya Ülkeleri İnsanlarından” kaynaklı bilinçaltındaki korkuyu deşifre etmesi, Avrupa’da en azından vicdan sahibi sanatçıların varolduğunu bize gösteriyor.